Cihan, köşkün cam kenarında oturmuş, akşamın solgun ışıkları yüzüne vururken düşüncelere dalmıştı. Ellerini sıkıca kenetlemiş, içindeki huzursuzluk ve endişe giderek büyüyordu. Son günlerde Metin’deki tuhaf değişiklikler artık göz ardı edilemez hale gelmişti. Metin’in ruh halindeki ani değişimler, kontrolsüz öfke patlamaları ve bazen boş boş bakan, adeta tanınmaz bir hale gelmiş olması Cihan’ın içine kurt düşürüyordu. O bildiği Metin artık değildi. Sessizce iç çekerek yanındaki Engin’e dönüp fısıldadı: “Metin artık eskisi gibi değil.”
Cihan’ın içinde bir şeyler kırılmıştı; bu sadece bir dostluk değildi, içinde bir pişmanlık ve derin bir üzüntü vardı. “Bence hasta. Onu sakinleştirmeliyim. Yoksa çok geç olabilir,” dedi. Bu sözlerde, Cihan’ın Metin’e duyduğu dostluk ve onun için taşıdığı endişe net bir şekilde hissediliyordu. Bir zamanlar aynı yolda yürümüş iki adam vardı ama şimdi aralarında sadece suskunluk ve öfke kalmıştı. Cihan, bazen sevmek demenin bırakmayı da bilmek olduğunu düşündü. Vazgeçmek zayıflık değildi; hatta belki de en saf sevgiydi.
Tam o anda, Metin soğuk ve buz gibi bir bakışla Cihan’a yaklaştı. Yüzünde alaycı, kibrini saklamayan bir gülümseme vardı ve sözleri tam bir hançer gibi saplandı: “Sen o karşılıklı evlerde yaşıyorsun; biri sana, biri şoförüne… Kendini kurtarıcı gibi gösteriyorsun ama sen de bu bataklığın içindesin.” Bu sözler Cihan’ın kalbine saplanan ilk darbe olmuştu. Fakat Metin bununla kalmadı; sesini sertleştirerek devam etti: “Hançer’in Melih’le evlendiğini bilmiyor musun sandın? Bunu benden saklayabileceğini mi zannettin?”
Metin’in alaycı tavrı, Cihan’ı provoke etmek içindi, ama Cihan sarsılmadı. Derin bir nefes aldı ve gözlerini kararlı şekilde dikti. Metin ne kadar düşmanlık ve öfkeyle konuşursa konuşsun, Cihan Sinem’in hak etmediği bir öfke olduğunu biliyordu. Sinem, Metin yokken tam 8 yıl boyunca yazdı, bekledi ve gözyaşlarıyla dolu geceler geçirdi. “Onu suçlama Metin. Bu düzeni yıkan sensin. Senin yokluğundu,” dedi Cihan.
Bu sözler, Cihan’ın içinde kocaman bir fırtına kopardı. Gerçekler acıydı ama daha da sarsıcı olan, Sinem’in hayatındaki adamın Melih olmasıydı. Kalbinde yanan bu derin sızı, kabullenmenin ta kendisiydi. Ancak Cihan’ın yapması gereken tek şey vardı: Susmak. Çünkü Metin ya da Mukadder, Sinem ve Melih’in gerçek ilişkisini asla öğrenmemeliydi; bu bilgi onları mahvederdi. Bu sessiz ama yıkıcı itiraf, Cihan’ın içinde büyüyen öfkeyi kontrol altına alma çabasıydı.
Evet, zaman zaman kontrolünü kaybediyor, öfkesine yeniliyordu. Ama onu tanıyanlar iyi bilirdi ki Cihan’ın kalbi temizdi ve dürüsttü. Sevdiklerini korumak için savaşıyor ve belki de en çok acıyı o çekiyordu. Hayat, bir kez daha hiç beklenmedik bir anda yön değiştirmişti. Geçmişin karanlık gölgeleri artık sadece geride değil, tam önündeydi. Cihan, Metin ve Hançer için zaman giderek daralıyordu. Her biri kendi sırlarıyla boğuşurken, asıl fırtına henüz başlamamıştı.
O gün köşkün içinde yaşananlar, Cihan’ın hayatında unutulmaz izler bırakacaktı. Büyük bir tartışmanın ortasında Metin, Cihan’ın silahını kaptı ve Sinem’i kolundan tutarak götürdü. Kapılar sertçe kapandı ve köşkün sessizliği, fırtınadan sonra gelen uğursuz bir sessizliğe büründü. Cihan’ın gözlerinde dünya parçalanmıştı; geriye sadece korku kalmıştı. Engin şaşkınlıkla nefesini tuttu, “Metin Sinem’i aldı. Nereye gittiklerini bilmiyorum ama bu işin sonu iyi olmayacak,” dedi, sesi titreyerek.
Cihan hemen harekete geçti: “Onları bulmam gerek. Ne olursa olsun Sinem’e zarar gelmesine izin veremem.” Yıllar önce verdiği koruma sözünü tutmak zorundaydı; ne pahasına olursa olsun. Konağın içinde ağırlaşan sessizlik herkesin içine çöken korkuyu yansıtıyordu. Engin’in yüzü sapsarıydı: “Ya Metin kendini kaybederse? Ya Sinem zarar görürse?” diye fısıldadı.
O sırada Sıla adım adım yaklaştı. Sesi yumuşak ama kararlıydı: “Metin kötü biri değil, sadece yolunu kaybetti. İçinde hala bir iyilik taşıyor. Ben buna inanıyorum.” Fakat bu küçük umut kıvılcımı Engin’i ikna etmedi. Doktorun da dediği gibi, Metin hasta ve köşeye sıkışırsa tehlikeli olabilirdi.
Bu karanlık endişelerin ortasında, konağın koridorlarında başka bir fırtına daha kopmak üzereydi. Küçük Mine tek başına duruyor, annesini arıyordu. “Annem nerede?” diye sordu, yüreğini kemiren bir panikle. Ancak karşısına çıkan kişi, teselli değil acı sundu: Mukadder. Soğuk ve merhametsizce, “Annen düşündüğün kişi değil. O başka bir adamla kaçtı, o iyi biri değildi,” dedi.
Her kelimesi bir zehir gibi dokunmuştu küçük Mine’ye ve aynı zamanda kalabalığın içindeki başka bir yüreği de yaktı: Hançer’i. Hançer daha fazla susamadı. Gözleri öfkeyle parladı; içinde kopan fırtına kontrol edilemezdi artık. “Bu senin eserindir Mukadder! Onları sen bu karanlığa ittin. Zehrinle herkesi hasta ettin!” diye bağırdı. Mukadder ağır adımlarla döndü, bakışları tehdit doluydu: “Bana böyle konuşma cesaretini nereden buluyorsun Hançer?” dedi, sesi buz gibiydi.
Ama Hançer geri adım atmadı. Artık kalbinde sadece korku değil, kocaman bir hayat vardı. Hamileliği onu güçlü kılmıştı. Mukadder kısa bir an durdu; içindeki öfkeye rağmen bebeğe zarar vermemeye karar verdi. Fakat bu sessizlik, Barış’ın habercisi değildi. Bu sadece fırtına öncesi sessizlikti. Çünkü Mukadder çoktan plan yapmaya başlamıştı: Hançer’i susturmanın, kontrol etmenin yollarını kafasında kuruyordu.
Geçmişin sırları ve geleceğin gölgeleri iç içe geçmişti artık. Bu hikayede artık hiç kimse eskisi gibi olmayacaktı. Ne Metin, ne Sinem, ne de Hançer… Fırtına başlamadan önce gelen o uğursuz sessizlikle birlikte her şey başlamıştı bile. Hava neredeyse kesilecek kadar ağırdı. Cihan’ın içindeki endişe büyüyor, Metin’deki gariplikler gün geçtikçe daha belirgin hale geliyordu. Metin bazen kırılgan bir çocuk gibi, bazen de yıkıcı bir fırtına gibi davranıyordu. Bu sadece ruh hali dalgalanması değildi; Cihan bunun çok daha derin ve karanlık bir sorun olduğunu biliyordu.
Ama o, bağırmak yerine öfkesini yutmayı seçti. Çünkü bazen en büyük çığlık sessizliktir. Metin’in karşısına sakinlikle çıktı; onu sarsmak değil, sarmak istiyordu. Ve o an geldi. Cihan’ın kalbinden dökülen şu sözler duyuldu: “Bazen sevmek, vazgeçmektir.” Bu acıyla karışık bir bilgelikti; bir fedakarlık, bir kırılmışlık ama hâlâ sevmekten vazgeçmemiş